Bilmem kaçıncı yüzyılın bilmem kaçıncı senesinde tıpkı keçilerinden esinlenerek bıraktığı turuncu keçi sakalıyla bir çoban eline kavalını alarak dağ, taş, ova demeden dolaşmaya koyulmuş. Keçileri onun çaldığı kavalın sesine bayılır, uzaklarda bile olsa o sesi duydukları an yanına koşarmış. Yine günlerden bir gün, hayvanlarını otlatmaya götüren çoban, dinlendiği ağacın gölgesinde gözden kaybolan koyunlarını çağırmak için başlamış kavalının içli sesinden faydalanmaya.
Çaldıkça çalmış, söyledikçe söylemiş. Yok, ne gelen varmış ne giden.
Bu durumdan rahatsız olan çoban, keçilerini aramak için peşi sıra yollara düşmüş. Onları nasıl bir halde bulacağını bilmediğinden kafasından türlü türlü senaryolar geçiriyor, bir yandan da ahlanıp vahlanıyormuş. Yoksa dev aç kurtların saldırısına mı uğramış hayvanları? Ya da at hırsızları gibi keçi hırsızları varmış da o mu bilmiyormuş? Yahut bir tanesinin ayağı takılmış da bütün sürü ona uyup tepetaklak ini mi vermiş uçurumdan aşağı?
Çoban, korkulu gözlerle “meee meee meee” seslerinin olduğu yöne koşar adım gitmiş. Kan ter içinde kalan çoban gördüğü manzara karşısında şaşkına dönmüş. Keçileri tutkulu “meee”lemelerin yanında oyunlar oynuyor, boynuzlarıyla birbirlerine küçük şakalar yapıyor, hopluyor, zıplıyor, “o zaman dans” felsefesiyle çılgınlar gibi dans ediyormuş.
Keçilerini daha önce böyle görmeyen çoban, meraklı ve şaşkın gözlerle etrafı kolaçan etmiş. O anda, beyaz çiçekleri ve kırmızı çekirdekleriyle etrafa yasemini andıran bir koku yayan daha önce görmediği ağacı fark etmiş. Keçilerinin bu ağacın çekirdeklerini yedikten sonra bu vaziyete geldiğini anlayan çoban, keçilerinin çılgınlıkları ve mutluluklarının geçmesini -bir süre- bekledikten sonra, topladığı çekirdekleri ve mayhoş bir hale gelen keçileriyle köyünün yolunu tutmuş.
Ve insanoğlu kahvenin cazibesiyle böyle tanışmış!
Etiyopyalıların efsanesindeki çoban ve çılgın keçiler sayesinde insanoğlu kahveyle tanışmış ama her millet kendi kültürüne, ihtiyacına, yaşam tarzına göre kahveye şekil vermiş, aroma katmış, onu sevmiş, sevdirmiş. Ancak tüm bu değişim ve gelişmelere rağmen kahvenin özünü ve ritüelini koruyan yine Etiyopyalılar olmuş. Bir saat süren bir seramoni ile misafire sunulan kahvenin bu hali hem özel hem de oldukça lezzetliymiş. Kömür ateşinde pişirilen, kabukları henüz soyulmuş ve sohbetle süslenen bu kahvenin yerini günümüzde beş dakikada hazır, karton bardaklara doldurulmuş “lüks algısı” içinde sunulan kahvenin alması Etiyopyalıları derinden sarsmış olmalı.
Açıkçası biz biraz üzüldük.
Kahve, hangi şekle girerse girsin insanoğlunun sayıkladığı bir içecek haline gelmiş. Bununla birlikte ticarete yatkın bazı kurnaz vatandaşlarımız, kahvenin piyasasını genişlettikçe genişletmiş. Şu an dünyanın en pahalı kahvesi kilosu 1100$’ dan satılıyor ve bu kahvenin elde edilme hikayesi de fiyatı kadar ilginç. İlk önce besili, güzel mi güzel fillerimize bol bol kahve çekirdeği yediriyorlarmış. Fillerimiz bu kahve çekirdeklerini “sindirdikten” sonra onların kakalarındaki proteinleri parçalanmış kahve çekirdeklerini toplayıp bir güzel pişiriyorlarmış. Üzerine 1100$ almaları da cabası!
Ben bu işte bir bokluk var demeden edemeyeceğim ne yazık ki. İçene de afiyetler olsun.
Gelelim Osmanlıdan günümüze değin uzayan Türk kahvesi sevdasına. Vatanının Habeşiştan olduğu ve Araplardan bize geçtiği söylenen Türk kahvesi’nin hikayesinde köpük farkıyla öndeyiz denebilir. Kanuni Sultan Süleyman döneminde Yemen’den getirildiği anlatılırmış. Ancak Yemen’den getirilen ve Araplarca şarap manasında kullanılan “kahwa” Osmanlı mutfaklarında farklı pişirilme metodlarıyla özgün halini almış. Türk kahvesi olmuş. Saray entrikalarının, kadınların taht sevdalarının ve gıybetin ana vatanı Osmanlı Saraylarından böyle enfes bir kahvenin çıkmama ihtimali bile bizi üzerdi açıkçası.
İyi ki varsın Türk kahvesi!
Batı’nın yüzyıllardan bu yana taklit edildiği ve bize ait olanların ötelendiği dönemlerde “Türk kahvesi mii ıyy fazla Doğulu” tabirlerini bıçak gibi kesen Postmodernizm ortaya çıkmış. İyi ki de çıkmış! Şayet, postmodernizm olmasaydı mahalle baskısının doğuracağı Americanolara boyun eğmek zorunda kalacaktık. – Laf aramızda Americano’yu da çok severim-
Günümüzde kahve içmenin keyiften ziyade zorunluluktan yapıldığı hissine kapılmamak neredeyse imkansız. Hollywood etkisiyle hayatımıza giren “elinde kahve bardağıyla işine yetişmeye çalışan insan figürü” keyif için kahve içme hissiyatinden oldukça uzak. Ancak tarih gösteriyor ki, kahve ayılmak ya da uyumamak için değil, rahatlamak ve mutlu olmak için içilen bir içecekmiş.
O zaman,
Gelin, birlikte kahve içelim. Ancak çılgın keçilerimize teşekkür etmeyi unutmayarak.
Teşekkürler keçiler!