Yazarın kaç yılında doğup, kaç yılında öldüğünden, nerede yaşadığından, yazarlık haricinde ne mesleği yaptığından bahsetmeyeceğim. Bunları ansiklopedilerden öğrenebilirsiniz. Bunun yerine, Behçet Necatigil’in “Kitaplarda Ölmek” şiirini okumanızı tavsiye ederim. (Yazının en sonunda var, ama sonra okursunuz)

*Orhan Kemal, tütün kokusudur. Onun kitaplarını okuduğunuzda, elinize yüzünüze o koku bulanır. Zira akılda kalan hemen her karakteri, normal olmayan hemen her anında sigarasından bir fırt çekip, yüzünüze üfler. Sinirli, gergin anlarında da bunu yaparlar, (az da olsa) bir şeye sevindiklerinde de. Orhan Kemal, “Yan yatmış, bağdaş kurmuş, çömelmiş ya da tam yuvarlanacakken bir yana tutunuvermişe benzeyen harap evler kalabalığından ibaret mahallenin” [1], ya da “Orta Anadolu’nun seksen evlik köylerinden” [2] şehirlere, bir iş tutmak için göçenlerin hikâyelerini anlatır… Bu insanlar, yaşamın her zorluğunu yaşayabilir. Her zorluğunu dedimse, bunlar, parasız kimselerin yaşayacağı “her” zorluktur. Bu zorluklar karşısında kimisi bağırır çağırır, bir çare arar; kimisi de tutar, bir sigara yakar. Hikâye de bu sigara yakanların hikâyesidir genelde.

Romanların büyük kısmı, orta ve alt sınıfın hikâyesidir. İşçi sınıfı insanlarının nasıl ezildiğini anlatır. Fakat işin ilginç yanı, işçiyi ezen her ne kadar teoride patron olsa da, pratikte gene kendi gibi işçi olan, ustabaşı-ırgatbaşıdır. Ağaya-Patrona yaklaşan her işçi, kendi gibi olanı ezmeye başlar. Nazım Hikmet, bir dizesinde “ve köylü jandarmalara dövdürülüyor, köylüler…” der. Tüm bu meseleyi özetler. (Orhan Kemal, Nazım Hikmet ile hapis arkadaşıdır. Onun romancı olmasında, Nazım’ın doğrudan katkısı vardır. Orhan’a, “Bırak şiiri miiri, hikaye yaz, roman yaz sen..” [3] der. Orhan Kemal, Nazım Hikmet kitapları-şiirleri (ve benzer içerikte şeyleri) okuduğu için, hapse atılmış, hapiste de Nazım Hikmet’in yanına verilmiştir.

Romanlarda herkesin derdi ekmektir. Bu uğurda memleketlerinden ayrılıp, fabrikalara ya da Çukurova’daki tarlalara giderler. Zar zor iş bulur, Irgatbaşına-Ustabaşına haraç yedirirler. Ustalık alanları yoktur. Bu nedenle verilecek her işe razıdırlar. Bir şey bilmedikleri bu düzene yabancılıklarından yaptıkları işin değerini de bilmezler. İşveren ne kadar ücret verirse, bunu kabul ederler. Sınıflar arası çizgiler nettir. Alt sınıftan üste sınıfa geçişten ziyade, orta sınıftan işçi sınıfına geçişler vardır (Eskici ve Oğulları). Roman karakterleri birilerinin sırtına bastıkça yükselir, duruma ve düzene uydukça kazanırlar. Nitekim şehre ilk geldiğinde şehirli milletini “Cin gibi” gören İflahsızın Yusuf, romanın sonlarına doğru “Bu şehirli milleti de pek enayi oluyor…” der (Bereketli Topraklar Üzerinde). Yusuf, romanın kazananı, amacına ulaşanı olmuştur. Ama düzen tarafından yutulduğunun farkında değildir. Zaten romanlarda bir iki kişi hariç kimse yaşadığı şeyin farkında değildir. Bir patron, bir ustabaşı ve kendileri vardır. Derdi “Önce Ekmek” olan insanların, “Önce iş güvenliği!”ni savunacak halleri yoktur. Eziliyor, taşlı bulgur pilavı yiyip günde 12 ila 18 saat arasında çalışıyorlardır. Ama bu meselenin “kapitalizm” demek olduğunu bilmezler. Meseleyi kabul edip, kendilerine düşeni yaparlar. Aralarından bazıları bu meselenin bilincindedir. Mesela Bereketli Topraklar Üzerinde romanındaki Usta “Sen, ben olmasak bu işler yürür ama onlar olmadan yürümez…” der. Bunu derken bile onlar-biz diye bir ayrıma gitmiş, egemen güce yakınlığını kendince korumuştur. İşçiler arasında kurtuluşu arayanlar vardır elbette. Fakat bunlar genelde bireysel kurtuluş yolunu aradığından hiçbiri başarıya ulaşamaz. İyi kötü para kazanan işçilerden hiçbiri, işten atılmayacaklarına dair hiçbir güvenceleri olmadığından örgütlenmeye-baş kaldırmaya yanaşmazlar.

*Orhan Kemal’in işçi, hak, emek, patron kavramları etrafında oluşan eserlerinden başka, aile ve mahalle hayatı etrafında gelişen eserleri de vardır. Bu mahalleler ve aileler de gene yoksulluk içindedirler. Baba çekilmez, aksi ve küfürbazdır. Hiçbir işi beğenmez, hiçbir işe onay vermez. Baba, Orhan Kemal romanlarında, çoğu romanda olduğu gibi “yol gösterici tip” değil, engelleyici tiptir. 25 yaş altındaki erkek karakterlerden en az biri işsiz güçsüz, arkadaş kurbanı ve babasıyla sorunlu biridir (Avare yıllar, Baba evi, Arkadaş Islıkları, Devlet Kuşu). Bu romanlar, bana göre “Yeşilçam” romanlarıdır. Yoksulluğun diz boyu olduğu mahallelerde geçen, “küçük insanların” romanlarıdır. Fakat bu küçük insanlar Orhan Veli’nin psikolojik ve çekingen yönü ağır basan, sürekli şiirsel bir mahcubiyet halinde yaşayan küçük insanlarıyla benzeşmezler. Buradaki küçük insanlar da “Ekmek Kavgası” peşinde olup, “Önce ekmek…” dediklerinden, aşka ya da çoğunlukla yalnız “tabanlarının sızısını duymayanların”[4] gönüllerince yaşayabildiği meselelere uzaktırlar.

*Orhan Kemal açlık kavramını Knut Hamsun kadar “sert” işleyebilen bir yazardır. Onun karakterleri belki Hamsun’un Açlık romanının karakteri gibi açlıktan kendi kanını emmez, kasaptan “köpeğime” diye yalan söyleyerek aldığı kemikleri kemirmez ama, Orhan Kemal’in de şiddetli düzeyde açlık yaşamış insanları vardır. “İnsanları” diyorum çünkü açlık tek bir kişinin bünyesinde toplanmamış, bir guruba-topluma mal edilmiştir. 72.Koğuş’ta, koğuşta kalanlar; Ekmek Kavgası hikayesinde askeri birliğin yemek artıkları için birbirleriyle kavga eden mahalle halkıdır açlık yaşayanlar.

*Orhan Kemal karakter üretmekte ustadır. Örneğin romanına ismini veren Murtaza karakteri o kadar başarılıdır ki, başka yazarlar başka romanlarda benzer bir karakter ürettiklerinde “aynı Murtaza gibi” deriz. (Gerçi bu, Orhan Kemal’in romanında her ne kadar “karakter”se de, ardılı olan başka yazarların romanına mecburen “tip” olmuştur. Nasıl ki Oblomov özellikleri taşıyan karakterler, Oblomov’cu diye anılıp, Oblomov tipleşmişse, Murtaza da aynı tipleşmeye maruz kalmıştır) [5]

*Orhan Kemal’i sevdiren ve günümüze getiren hiç şüphesiz dilidir. O, gereksiz hiçbir kelimeye yer vermez. Karakterler, kendi ruhsal durumlarını ya kendileri söyler, ya da yalnızca davranışlarıyla hissettirir. O, bir kamera tarafsızlığında, tüm karakterleri seyredip, bize aktarır. Orhan Kemal romancılığı bu yönüyle sinemaya yakındır. Film izler gibi okunur. Okur ne anlamak isterse, o olaydan veya kişiden nasıl etkilenmek isterse, öyle etkilenir. Mesela; başka çocukların açıp, içindeki çikolatayı yiyip, yere attıkları çikolata paketini, başka bir yoksul çocuğun yerden alıp, kimselere göstermeden yalamasına [6], dakikalarca sessiz sedasız ağlayacak insanlar da vardır, hiç mi hiç önemsemeyecekler de. Orhan Kemal, okuru bu yönüyle pek etkilemek istemez. “Mesele aynen böyle oldu, şunlar şu şekilde davrandı” der ve gerisini okuruna bırakır. Bir nevi haklıdır da. Uzun uzun tasvirlerin olduğu kitapları ve uzun uzun susmalı, çoğumuzun “sanat filmi” dediği filmleri izlemekten tuhaf bir zevk alan şahsım bile, onun bu sadeliğine imrendim. Mesela bir sanat filminde karakter onu etkileyen bir olay yaşadığında, susar. Öylece susar. Sustuğu zaman başka hiçbir şey yapmaz. Bir noktaya sabitler bakışlarını, öylece kalır. Fakat insan üzüldüğü zaman alık alık bir noktaya bakıp susar mı sadece? Ağlamanın binlerce yolu vardır. Orhan Kemal bunu gösterir bize. Karakterleri acı çekerken bile, hayat yakalarını bırakmadığından, şöyle gönüllerince bir üzülemezler.

Bir şeyler anlatmaya çalışan çoğu romanda anlatılmak istenen -belki yazarın okura güvenmeyişinden olacak- romanın bir yerinde, bir cümle ile söylenir, özetlenir. Orhan Kemal romanları, bana öyle geliyor ki, bir cümlenin romanlaşmış halidir. Sayfalar ilerledikçe her okurun kafasında cümlenin öğeleri yerli yerine oturur. Orhan Kemal, “ilk okuduğum yazarlardan”[7] dediği H. R. Gürpınar’ın alakasız karakterlerin ağzından alakasız sözler söyletmek hastalığını neyse ki fazla kapmamıştır. Yalnızca Kanlı Topraklar romanında, ideolojik fikirleri ile öne çıkan kişileri, karakter bakımından deli-üçkâğıtçı yapmıştır. Aynısı Gürpınar’ın Şıpsevdi romanında, Meftun’un karakterinde gözükür. Her iki yazarın da böyle davranmasının sebebi korkudur. Gayet ciddi şeyler söylettikleri karakterleri delileştirip, züppeleştirip, okurun tepkisini çekmemişlerdir. Gürpınar, o dönem insanı için uç fikir kabul edilebilecek ailevi ve toplumsal düşüncelerini züppeliği ile tanınan Meftun’a söyletir. Meftun budala ve cahildir. Ama romanda Gürpınar’ın fikirlerinin sözcüsüdür. Okur, Meftun karakterinden zaten akıllı uslu bir laf beklemediğinden, o ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, tepki göstermez, gülüp geçer. Fakat yazar, amacına ulaşmış, “bakın, böyle düşünenler de var, böyle de düşünülebilir” demiştir. Yazarın amacı o düşünceyi kabul ettirmek değil, o düşünceden haberdar etmektir. Bu nedenle “uç” düşüncelerini akıllı başlı, eğitim görmüş, lafı dinlenir bir karaktere değil, cahil ve budala bir kimse olan Meftun’a söyletir.[8] Şimdi kabul edilmese bile bu görüşlerin de günün birinde taraftarı olacaktır. Günümüzde konuştuğumuz-düşündüğümüz çoğu şeyi, çok değil, bundan yüz yıl önce düşünenlerin tereddütsüz idam edildiğini hatırlarsak, yazarın bu tavrına hak veririz. Mesele “tohum atmak”tır. Orhan Kemal de, Kanlı Topraklar romanında aynısını yapar.

Özetlersek; Orhan Kemal toplumcu gerçekçiliğin romandaki en değerli temsilcisidir. O, hiçbir laf oyununa başvurmadan, gereksiz duygu sömürüsü yapmadan, ne görüyorsa ve ne gözlemlemişse onu anlatır. Çoğu romanını lise yıllarında okuduğum yazarın iki romanını (Bereketli Topraklar Üzerinde ve Murtaza) yakın bir zamanda tekrar okudum. Belki bu yazıyı da bu nedenle yazdım.

Bu yazıda Orhan Kemal’in romancılığı ve dili hakkında genel bir fikir sunmaya çalıştım. Aslında yazının başlığını “Orhan Kemal Romanlarında Konu, Karakter Tipolojisi ve Üslup” yapıp ardını da epey hacimli bir Orhan Kemal incelemesiyle dolduracaktım. Daha başlıkla bile, yazının devamını okumanıza gerek kalmadan, bunun doğrudan kaynak niteliğinde bir eser olduğu izlenimini falan verecektim. Gözünüzü boyayacaktım yani anlayacağınız. Ama ne benim öyle bir başlığın hakkını verecek zamanım var ne de sizin gözlerinizde onu okuyacak hevesi görüyorum. (Yazar burada afili başlıkların altını dolduramayanları eleştirdi.)

İhsan Oktay Anar, Yedinci Gün adlı romanını şöyle bitirir: “Dünyada olup bitenleri bir bir yedi kişiye yazdırdı. Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi. Allah kabul etsin! O, bütün rızklara kefildir, umulur ki doyarlar.”[9]

Anar, romanı hakkında yapılacak “tatsız” yorumlara bu cümleleriyle bir set çekmiştir. Şimdi, bu yazımda eksik ya da kusurlu bir yan çarparsa gözünüze, zannetmeyin ki bilmeden yaptım. Sadaka onlar. Belayı def eder, rızkı arttırır.

 

Kitaplarda Ölmek / Behçet Necatigil

 

Adı, soyadı

Açılır parantez

Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti

Kapanır, parantez.

 

O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı

Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları.

 

Ya sayfa altında, ya da az ilerde

Eserleri, ne zaman basıldıkları

Kısa, uzun bir liste.

Kitap adları

Can çekişen kuşlar gibi elinizde.

 

Parantezin içindeki çizgi

Ne varsa orda

Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci

Ne varsa orda.

 

O şimdi kitaplarda

Bir çizgilik yerde hapis,

Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki,

Öldürebilirsiniz.

 

Doğrudan Alıntı-Gönderme Yapılan, Esinlenilen Kaynaklar

 

[1] Orhan Kemal, “Murtaza”, Everest Yay.

[2] Orhan Kemal, “Bereketli Topraklar Üzerinde”, Everest Yay.

[3]Ömer Lekesiz, “Türk Edebiyatında Öykü c.II”, Syf: 295, Kaknüs Yay.

[4] “Balıklar için deniz lazım / sevişmek için işsiz olmak / ve geceleri yatakta duymamak için tabanlarının sızısını / zengin olmak lazım / oysa ıslık çalmak için bir şey lazım değil…” – Melih Cevdet Anday (Orhan Veli ile birlikte, Garip Akımının temsilcilerinden)

[5]Murat Belge, “Edebiyat Üstüne Yazılar”, Syf: 21, İletişim Yay.

[6]Orhan Kemal, “Çikolata” hikayesi. Şu linkten okunabilir: http://orhankemal.org/links/03c.html

[7]Alper Akçam, “Orhan Kemal’de Diyalojik Perspektif”, Varlık Dergisi – Aralık 2014 Sayısı

[8]Berna Moran, “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış c.I” , Syf: 142, İletişim Yay.

[9]İhsan Oktay Anar, “Yedinci Gün”, Syf: 240, İletişim Yay.